17 Mart 2014 Pazartesi

Louis Aragon, Mutlu Aşk Yoktur


Hiçbir şey elinde değildir insanın:
Ne gücü, ne güçsüzlüğü, ne de yüreği.
Açtığını sansa da kollarını, gölgesi bir haçtır onun.
Paramparça olur avucunda sımsıkı tuttuğu mutluluk.
Bir garip, bir acılı boşluktur günleri.
Mutlu aşk yoktur.

Bir başka kader için giydirilmiş
Silahsız askerlere benzer hayatı.
Çaresiz, kararsız kaldıktan sonra akşamları,
Neye yarar ki sabahları erkenden uyanmaları.
Söyle bunları bir tanem, tut gözyaşlarını.
Mutlu aşk yoktur.

Güzelim, sevgilim, kanayan yaram benim.
Yaralı bir kuş gibi taşırım yüreğimde seni.
Ve onlar bakarlar bilmeksizin, geçerken biz,
Tekrarlayıp ardımdan benim ördüğüm sözleri:
Ve apansız ölürler iri gözlerin için
Mutlu aşk yoktur.

Vakit yok artık öğrenmeye hayatı.
Ağlasın birlikte yüreklerimiz gün ışıyıncaya dek.
Küçümencik bir şarkı için bile nice mutsuzluk gerek.
Bir ürperişi bile nice pişmanlıkla ödemek.
Bir ezgi için bile nice gözyaşları dökmek
Mutlu aşk yoktur.

Hüsranla bitmeyen aşk yoktur.
Yara açmayan aşk yoktur kalpte.
İz bırakmayan aşk yoktur insanda.
Ve tıpkı senin gibidir vatan aşkı da.
Gözyaşlarına boğulmayan aşk yoktur.
Mutlu aşk yoktur.
İkimizin aşkıdır bu gene de.

16 Mart 2014 Pazar

Cemal Süreya, Beni Öp Sonra Doğur Beni


Şimdi
utançtır tanelenen
sarışın çocukların başaklarında.

Ovadan
gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan
çeviriyor o küçücük güneşimizi.

Taşarak evlerden taraçalardan
gelip sesime yerleşiyor.

Sesimin esnek baldıranı
sesimin alaca baldıranı.

Ve kuşlara doğru
fildişi: rüzgarın tavrı.
Dağ: güneş iskeleti.

Tahta heykeller arasında
denizin yavrusu kocaman.

Kan görüyorum taş görüyorum
bütün heykeller arasında
karabasan ılık acemi
- uykusuzluğun sütlü inciri -
kovanlara sızmıyor.

Annem çok küçükken öldü
beni öp, sonra doğur beni.

Turgut Uyar, Yokuş Yol'a


güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan
dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar

dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan
Kürdistan'da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar

Muş - Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan
eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar

sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan
portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar

bir yolda el ele gideriz, o yolda bir gün usanırsan
padişahlar ve Muşlar kanar, darülbedayiler kanar

Muş - Tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki
orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar

el ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen
benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar

Edip Cansever, Flaş


Hava poyrazladı yağmur yağacak
Yanıp yanıp sönüyor ışıklandırılmış gözlerin
Yukarda
Küle gömülmüş bir elma gibi gökyüzü
Patladı patlayacak
Olanca hışmıyla kentin.

Sensin
Akıyor ön dişlerin beyaz beyaz yanıma
Her şey rengine göre kanar bilirsin
Tırnakların pembeye boyanmış bir koy gibi
Pespembe kanar
Ve herbir renkte kanayan gözlerin
Çınlatır Eluard’ın mısralarını orada
“İçinde uçtuğum gözlerin
Yolların gidişine
Dünyanın dışında bir anlam verdi.”
Demek oluyor ki bu dünyada olmak öyle derin
Öylesine anlamlı ki insan
Bizse bu anlamın işçilerinden ikisi
Yağmur yağacak.

Yarı karanlık odamız, üstelik soğuk
Isıtıcı bir soğuk bu, değişik
Sensin, bir yüzümde geziniyor şimdi yüzün
Bir elimizdeki kitaplarda
Şiirler okuyoruz bugün
Limanlık bir deniz gibi kıpırtısız önümüzdeki taş masa

Uykuya yatmış gibi bütün balıklar
Gemileri kaptansız tayfasız
Gidip gidip geliyor kimi zaman da
Anayurduna dağlara
Şiirler okuyoruz bugün.

Yaşlandık da ondan mı
Susarak katlanıyoruz her mutsuzluğa
Saatlendiriyoruz günü
Bölüyoruz dakikalara
Bir hiç oluncaya kadar bölüyoruz onu.
Bölüyoruz yani bütün mutsuzluklara
Bir yaprak saniyesi geçiyor usul usul
Penceremizden
Mavi mavi hatmiler parlıyor dışarıda
Dışarıda küçük bahçemizde
Ayak izleri gibi gökyüzünün
Hatmiler
Bırakıyoruz bu sessiz uyuma kendimizi
Derken bir mavi damar, bir dudak büküş
İyi anlaşılamayan bir ses sokaktaki
Çırpına çırpına yükselen duman
Bir tutam saçın öne düşüşü
Sanki bir sardunya bir yaz boyu ne kadarcık uzarsa
Kaça alınırsa bir tükenmez kalem
Doluyor içimize öyle
Hayatın birdenbire anlaşılması gibi bir duygu gürültüsü
Yağmur yağacak.

Yaşını çoktan aştım Orhan Veli’nin
Ölümle duruyorsa eğer yaşlanmak
Onun bir sonbahar yağmuruna gömülü ölüsü
Yağdı yağacak
“Ölünce kirlerimizden temizlenir
Ölünce biz de iyi adam oluruz...”
Sade ve ince
Dünyaya uzun parmaklarıyla dokundu dokunacak.

Yorulduğun zaman söyle
Susalım, hiç konuşmayalım istersen
Sussak da, hiç konuşmasak da, sözlerin senin
Açık denizler gibidir zaten elimde
Her zaman ama her zaman bir kıyıyı sezdiren
Hatırlıyorum da kelimelerini bir bir:
Şairlerin flaşları kalpleridir
Dışarıya da parlamalı biraz
Kaldı ki ben içimde gezinmekten yoruldum
Sensin, iyi anlarsın beni
Gözlerine başka türlü bakıyorum
Ben bütün gözlere başka türlü bakıyorum şimdi
Nemli bir tülbent olup buğulanıyor
Ve yaslı ve mahzun
Ve devrilmiş bir boya kabı gibi de yoğun
Memleketimin gözleri
Yağmur yağacak.

Öyle bir yağmur ki bu, bilirsin
Dam saçak demeyecek, yağacak
Yağacak bir hışım gibi canevine kentin
Kalplerimiz küle gömülmüş elmalar gibi
Patladı patlayacak
Alacak sonunda kendi rengini. 

15 Mart 2014 Cumartesi

travisandtyler, Ne gelir elimizden insan olmaktan başka..

 
 twitter.com/travisandtyler
Benim bir oğlum var. 2 yaşında. Nefesini nefesimde hissettiğim, kokumun kokusuna karıştığı, neşeli bir lokumbazım var. Zeytin gözlü, kayak ağızlı, lüle saçlı bir nohut prensim var. Sabahın köründe uyanıp, “Baba günaydın! Ben uyandım hadi beni yataktan indir! Çöpçüler geldi.
Onlara bakalım” diye odasından bağırarak beni gülümseten bir madrabazım var. Dünyalar kadar sevdiğim, ona sarıldığımda dünyanın en güzel gökkuşaklarını gördüğüm, ensesinden kokladığımda burnuma dolan kokusuyla ağzımın sularının aktığı minik bir oğlum var. Gülümsemesinin şeklini, gamzelerinin yerini bildiğim, üzüldüğünü, kıskandığını, kızdığını, kakasının geldiğini, acıktığını, uykusunun geldiğini hemen anladığım minik bir kuzum var. Hastalandığında sabaha kadar ateşi düşsün diye başında beklediğim bir şekerim var. Sabah yatağında, ateşi düşsün diye oyuncak ayısının alnına ıslak mendil koyarak “Bak baba ayıcık da iyileşti” diye gülümseyerek, dünyaları bana veren bir oğlum var.
Elimden geldiğince ona dünyanın tüm güzelliklerini yaşatmak istediğim, ömrü boyunca hep huzurlu, mutlu olmasını istediğim küçük bir şövalyem var. Beni hoşnut ettiğini anladığından beri, “Siyah biyas, şapuan Beştaş!” diye bağırarak, yumruğunu havaya kaldırıp, çığlıklar atarak bana koşup, sarılan minik bir kartalım var.
Uzatmayayım, bu benim oğlumun hikâyesi. Peki bunları neden anlattım?
Çünkü her insan çocuğu için bunları hisseder de ondan anlattım. Çünkü Berkin’in anası babası da Berkin’e baktığında tastamam bunları hissediyordu da ondan anlattım. Çarşamba günü, 269 gün önce polis silahından çıkmış bir gaz kapsülüyle komaya girip, çıkamayıp ölen 14 yaşındaki bir çocuğun, işte bu Berkin’in cenazesine katıldı bir koca İstanbul da ondan anlattım. Okuldan eve yarım saat gecikse “Nerede kaldı bu çocuk?!” diye endişelenilen bir kuzunun, bir daha asla eve gelmeyeceğinin bilinmesinin ne demek olduğunu anlayalım diye anlattım.
Çünkü daha bir sene önce Berkin’in annesine babasına doğru sevinç içinde kanat çırpan o kartal kanadı kaşları, artık ana babasından gittikçe uzaklaşan bir sonsuzluğa doğru kanat çırpıyor da ondan anlattım. Berkin’in ölümünü duyduğumda, minik oğluma sarılarak ağladım da ondan anlattım. Çünkü artık mutsuzluktan delireyazdık da ondan anlattım.
Çarşamba günü yüz binlerce insan, 269 gün boyunca, uyanıp gözlerini açacak umuduyla beklediği Berkin’in kapalı gözlerini taşıyan bir tabutu, el ele verip, elleri üzerinde mezarlığa taşıdı. Herkesin yüzünde korkunç bir hüzün ve kızgınlık vardı. Hükümet, Berkin’in katilini bulmak için en ufak bir çaba sarfetmedi. Başbakan, 269 gündür hastanede 16 kiloya kadar eriyen bu çocuğun ailesine ne bir geçmiş olsun dedi, ne de vefatınden sonra bir başsağlığı diledi. Hatta cenazesi akşamı çıktığı televizyon programında “Berkin’in ölümü ve cenazesi hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye soran gazeteciye,”Türkiye artık bu olayları aştı. Borsa sabah şöyle bir sallandı, öğleden sonra toparladı” diye cevap verdi.
Cenaze sırasında da hükümetin eski bir bakanı Egemen Bağış bırakın taziye bildirmeyi, çocuğun cenazesine katılan neredeyse 1 milyon insana “nekrofil” yani “ölü sevici” dedi. Polis cenazeye katılan insanlara yine nedensiz yere, acımasızca saldırdı. Tomalarından kimyasal su, silahlarıyla da biber gazı sıktı. Herkes ağladı. Hayır bu kez insanları biber gazı ağlatmadı, Berkin’in cenazesinde hem Berkin’e hem de hepimize yapılan bu haksızlığa ağladık. Bu nasıl bir kötülüktür? Bir de yaptıkları bunca kötülüğe rağmen hâlâ “İtirazınız varsa sandığa gelin!” diyorlar.
14 yaşında bir çocuğun ölümüne üzülmek, insan olmak sandıktan çıkmıyor beyler, alın başınıza çalın o sandığınızı!!!
Sami Abi, Gülsüm Abla başınız sağ olsun, sabır diliyorum size. Elimizden daha fazlası gelmiyor maalesef…
Seni çok seviyorum benim minik oğlum, nohut prensim, sen de hep sev. Ne yapacağız hiç bilmiyorum. Edip Cansever’in de dediği gibi, “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka…”
Güle güle Berkin. Huzur içinde yat kartal kaşlı kardeşim benim, güle güle…
bu yazı birgun.net sitesinden alınmıştır.

14 Mart 2014 Cuma

Ahmet Telli, Anısı Biz Olalım Bu Sokakların

 
Anısı biz olalım bu sokakların
öpüşmediğimiz tek saçak altı
hiçbir otobüs durağı kalmasın
Biz yürüyelim kent güzelleşsin
gürültüsüz sözcükler bulalım
yeni sevinçlere benzeyen


Biz gelince bir yağmur başlar
yüzün çizilir buğulanan camlara
bir uzun karatma biter
akasyalar köpürür birdenbire
ve her avluda adınla anılan
çiçekler sulanır akşamüstleri
Bir arkadaş evinde uğrarız yolüstü
bir fincan kahve içeriz, ısıtır bizi
başını sessizce omzuma koyarsın
gülüreyhan olur soluğun

Biz kalırız kuşlar dönüp gelir
her balkonda bir menekşe sesi
Belki yeniden güzelleştiririz
adları değiştirilen parkları
perdeleri hiç açılmayan evlerde
ışıklar yanar çocuk sesleri duyulur
tanıdık sevinçlerle dolar yeniden
kendi sesini kemiren alanlar

Anısı biz olalım bu sokakların
ve hiç durmadan yağmur yağsın
Biz gürültüsüz sözcükler bulalım
sarmaşıklar fısıldaşsın yine
Gidersek birlikte gideriz
yeni sevinçler buluruz hüzne benzeyen

Ahmet Telli

13 Mart 2014 Perşembe

Ulus Baker, Orwellvari Bir Cehennem

Çağımız, kitleler karşısında duyulan bir korku içinde. Bu korku bir taraftan devletçi bir mutlakçılığın imgelerini, öte yandan kamu vicdanının elektronik bir denetimini de birleştirmekten geri kalmıyor. Totaliterlik söylemlerinin belli bir süre oluşturduğu mitos, varlığını farklı düzlemlerde sürdürmeyi seçiyor. Geçmişe, özel olarak sosyalizmin geçmişine oranlıyor kendini. Ancak totaliterlik tezlerinin içselleştirilmiş oluşunun, "milliyetler" sorununun patlayışını yaşayan günümüzde bazı varsayımlar uyandırabilme konusunda özel bir yeteneği var.

Yabancı Korkusu
Bu varsayımların bağlandığı temel varsayım, içten ya da dıştan bir ölüm tehdidiyle karşı karşıya kalan, mutlak, kökten, ölümcül bir olumsuzlukla yunmuş yıkanmış, ve asıl önemlisi, bireyler üzerinde mutlak bir tekbiçimlilik kurabileceği düşünülen "toptan" bir kitle hareketi varsayımıdır. Bu düzlemde insan çoğullukları yalnızlıkla, dışa kapalılıkla, bu arada modernliğin son görüntüsü "yabancı korkusu"yla betimlenmiş bir yalnızlık içinde soğurulmaya çalışılır.
           
Orwellvari bir cehennem            
Hiçkimse, tarihin ya da kendi özel biyografisinin belli bir anında, Orwellvari bir cehennemde yaşamakta olduğunu hissetmemiş olamaz. Bunun milliyetçilikler meselesini ele alma yönünde temel bir öneme sahip olan iki temasını sayabiliriz.
Birincisi; egemenlik problematiğinin (siyasal düşünce ile eş uzamlı olan) mutlak bir şartlandırma ile tam olarak örtüştürülmesi. İkincisi ise, suni bir dilin yaratılmasına kadar varan bir "mutlak" propaganda düşüncesi. Öyle ki, bu suni dilin sözcükleri bile düşünme özgürlüğünü yok etmektedir.
Milliyetçilik sorununun bu iki temel varsayım üzerinde tartışıldığı söylenebilir. Bugün milliyetçilik yolundan sapmış ("neye göre, kime göre?") bir modernliğin totaliterlik ihtiyacının dışavurumu olarak kabul edilmektedir. Milliyetçiliğe biçilen bu rol, onun tarihsel anlamının göz ardı edilmesiyle sonuçlanmaktadır.

Saman altından su yürüten kapitalizm
Günümüz, milliyetçilik tartışmalarında itiraf edilmeden arka planda duran, tartışmaları üstten belirleyen, yine ve yine kapitalizmdir. Doğu Bloku'nun çöküşüyle var olma hakkını kesinleştirdiğini, beraat ettiğini düşünen, saman altından su yürüten, koşan atın bile nallarını çalan kapitalizm. Uzun bir süreden beri "ulus-devlet" formunda faaliyetini sürdüren kapitalizm (yüzyıl başlarında dünya pazarlarının paylaşılması, özellikle de petrol kuyularının başına sınırları cetvelle çizilmiş "ulus-devletleri" getiren), işleyişini dünyayı ulus devletlere bölerek gerçekleştirmektedir.
Devlet toplum ilişkileri, her türlü yapısal, iktisadi ilişkiler düzeyi saklı tutulursa, çok özel, kendine özgü ve indirgenemez bir tutku ilişkisini de içerir: inanç, iman, vatanseverlik vb. Diğer kutuptaysa çıkarlara ilişkin göstergeler, ussal belirlenimler, devlet ciddiyeti ve devlete sahip olmanın ciddiyeti ve en önemlisi mülkiyet formları yer alır. Kitlesel hareketler tarzında aktüel varoluşunu sürdüren milliyetçilik türünün birinci guruba dahil edilmesi gerektiği açıktır.
Milliyetçilik formu altında varoluş şansına erişen, ifade bulan tutkular, tutku olarak kendi içlerinde ne iyi ne kötüdürler. Totalitarizm ihtiyacıyla harekete geçenlerin yanında, tutku olarak aynı öze sahip, ama göreli olarak belli totaliterlik formlarını karşısına alan özgürleşmeci tutkular da söz konusudur. Tutkular ve ussallık modernliğin birbirine karşıt hale getirdiği bu iki temel güç, milliyetçilik perspektifi içinde bir barışma mekanı oluşturabilirler. Bu geçici olsa bile, özellikle Kulturnation (kültürel ulus) ile Staatnation'u (devlet-ulus) birleştirme hülyasıyla hareket eden Alman düşünürlerinin 19. yüzyılda temellerini attıkları bir ulusçuluk geleneği içinde, oldukça derin bir ifade bulabilirler. Bu iki alan sanıldığı gibi birbirlerine zorunlu bir bağımlılık içinde değildirler. Hiç değilse antikite tarihi bunu gösteriyor. Bir araya gelişleri, birbirleriyle iç içe geçişleri modernliğin müdahalesini şart koşar.

Bir rasyonaliteniniçkin ırkçılığı
Staatnation kuramcılarının hedefi, sanıldığı gibi bir Kulturnation'un birleştirilmesi değildi. Hedeflenen daha çok, Staat'ın (devletin) tanımladığı bir arazi (ulusal sınırlar) dâhilindeki nüfus üzerinde kurulacak bir "créole" egemenliği, heterojen bir nüfusun işlenmesi, yola konulması ve birçok anlamda homojenleştirilmesiydi. Herder'in Kulturnation'u için o kadar tanımlayıcı olan dil birliği Staatnation modusunda yürütülen projelerde ancak ikincil, bağımlı bir role sahiptir. Staatnation idealiyle Kulturnation'un özdeşleştirilmesi bir sentez olmaktan çok, Kulturnation'un devlet mantığının temel ihtiyaçlarına oranlanması, bağımlı kılınmasıdır. Bu durum, 18. yüzyıl öncesinin o naif, simgesel ve kırılgan "ırklar mücadelesi" kavrayışından oldukça uzak, ulusu nüfusla tanımlayan bir rasyonalitenin içkin ırkçılığıdır.
Staatnation haritaysa Kulturnation ormanlar, şehirler, kırlar, denizler, akarsular ve göllerdir. Staatnation'un müdahalesiyle bunlar "kaynak" adını alırlar. Staatnation devlet mülkiyeti demektir: özel mülkiyet vergiye bağlanır, işgücü denetim altına alınır.

Tarihin tarihçesi
Kulturnation/Staatnation ayrımında ve bunları birleştirme ihtiyacında Almanya'nın 19. ve 20. yüzyıl macerası Avrupa kıtasında bu bakımdan en aydınlatıcı olanıdır. Kavim göçleri başlayınca Cermenler güneybatıya doğru ülke değiştirirler. Ardından Hıristiyanlaşma gelir ve İskandinav dünyasıyla ve kültürüyle son bağlantılar da kopuverir. Wagner'in ve daha sonra Nazi ideologlarının aradığı Cermen kökeni işte budur.
Hiçbir romantizm tarihin belli bir okumasının dışında değildir. Bir anlatı olarak tarih okuma, eninde sonunda tarihin akışını şekillendirdiği bir boyuta sahiptir. Kavimlerin savaşı olarak okunan tarihten, sınıfların savaşı olarak okunan tarihe, uluslar savaşı olarak okunan tarihten, sistemler savaşı olarak okunan tarihe bir geçiş vardır. Bir bakıma, savaşsız düşünülemez bir tarih tarihçesi vardır karşımızda.
Prusya'nın bürokrasi, aristokrasi ve otokrasi tarafından belirlenen daha kısa bir tarihçesi, "her şey devlet için" modelini benimseyen Nazilere bu uzak söylemlerden daha yakındır bir bakıma. Nietzsche'nin faşizmin bir ideologuna dönüştürülmesi sürecine, Cermen eski tarihinin ulusal bir tarihe dönüştürülmesi tekabül eder.

Ulus Baker
Hayvan Dergisi , Cilt:7, Sayı: 48, Sayfa: 39–40 

bu yazı www.korotonomedya.net üzerinden alınmıştır.

The Fall: Borsacı


ne hazineler, ne rütbeler, ne cübbeler atabilir yüreklerden
yıldızlı direkler altında uçuşan acı dertleri, kaygıları.

                                                                      *Horatius


'Borsa etkilenmedi, faizler normal düzeyde.'

Yukarıdaki yazıyı okuduğunuz zaman düşüneceğiniz şeyler bellidir. Borsa etkilenmediğine göre, Amerika'dan yahut Avrupa'dan bir ekonomik dalgalanma gelmiş olabilir, kriz etkisi bekleniyor olabilir, yabancı sermaye yapacağı yatırımı tekrar gözden geçirme kararı almış olabilir, büyük şirketler zarara uğramış olabilir, gibi çok sayıda düşünceyi aklınızdan geçirebilirsiniz. Normal olanı da budur. Fakat borsanın etkilenmemesinin nedenlerinden biri ekonomik olaylarla ilişkili değil.

Başbakana katıldığı bir televizyon programında Berkin Elvan'ın ölümü ve kur hareketi sorusu soruldu. Başbakanın verdiği cevap ise manidardı:

"Türkiye bunları aştı. Sabah bir etkilenme oldu ama sonra toparladı, faiz yine rayına oturdu.”

Şimdi..

"Kapitalizm - para - Devlet", liberal şeytan üçgenine baktığımız zaman, aslında bir insanın, bir çocuğun ölümünün bu üçgen tarafından umursanmadığını, çünkü önemli olanın Devletin Bekası olduğunu görüyoruz. Devletin Bekası, iktidar sahiplerinin çıkarlarına verilen isim olmaktan öteye geçemiyor. Ah Muhsin ise diyor ki: "Devletin bekasının da allah belasını versin.."

Ekonomi Borsasını boşverelim, vicdan borsasına bakalım. Sıfır! Devlet ve millet ve para uğruna attıkları adımlar ayaklarına dolanıyor. Düşüyorlar dolarlardan yaptırdıkları iran halılarının üzerine. Mideleri bulanıyor, ama zevkle kusuyorlar yine de o halılara. Yeni halılar getiriliyor hemen yirmi dokuz yaşındaki sakallı tarafından. Doğruluyorlar dizlerinde, pars derisi koltuklarına oturup yediyüz bin dolarlık saatlerine bakıyorlar. Saat sıfırı gösteriyor. Şaşırıyorlar, yahu muhterem bu nasıl iştir? Sıfır. Etkisiz eleman. Bizi etkilememesi lazım? Nasıl olur..

Vicdan borsası haliyle etkilenmiyor fazla, kurlar düzeyini koruyor, vicdan şahane. Toparlıyorlar hemen. Siirt'te miting alanında büyük çoşku var. Türküler, sloganlar, konfetiler.. Miting alanı hariç her yerde ise yas var, insanlar cenazesini uğurluyor. Berkin'i gökyüzüne, sonsuzluğa yolluyor. Daha önce destan yazdıklarını ifade etmiş olan Başbakan da halka sesleniyor:

"Ne yaptım adam mı öldürdüm? Bir şeyler mi çaldım? Ne yaptım?"
 
dediğin gibi, artık Türkiye bunları aştı muhterem!

öyle aştı ki, artık sokaklara sığmıyoruz.

geliyoruz.

Mirza Anıl Armutçu
13/03/2014

12 Mart 2014 Çarşamba

Milan Kundera, Saptırılmış Vasiyetler

Max Brod, hem Kafka'nın hem de yapıtının imgesini yarattı; Brod aynı zamanda, kafkalojiyi yarattı. Kafkaloglar babalarından uzak durmaya özen gösterseler de, onun kendilerine sınırlarını çizmiş olduğu alanın dışına kesinlikle çıkmazlar. Metinlerinin astronomik niceliğine karşın, kafkaloji, sonsuz değişkenler halinde, aynı söylemi ve Kafka'nın yapıtından giderek bağımsızlaşan, kendi kendisiyle beslenen aynı kurguyu geliştirmektedir. Sayısız önsözleri, sonsözleri, açıklamaları, biyografileri ve monografileri, üniversite konferansları ve tezleri ile kendi Kafka imgesini üretir ve onu sürdürür, öyle ki, insanların Kafka adıyla tanıdığı yazar artık Kafka değik kafkabilimselleştirilmiş Kafka'dır.

syf: 38

Andre Breton, Üstgerçekçilik Bildirgesi'nde roman sanatına karşı sert olduğu ortaya çıkar. Roman sanatını, sıradanlıkla, bayağılıkla, şiir karşıtı şeylerle tıka basa dolu olduğu için eleştirir. Betimlemeleriyle olduğu kadar can sıkan psikolojisiyle de alay eder. Bu roman eleştirisinin hemen ardından düşlerin övgüsü gelir. Sonunda özetler: 'Alabildiğine çelişkili görünen bu iki durumun, düş ve gerçekliğin, gelecekte bir tür mutlak gerçekliğe, başka bir deyişle üstgerçekliğe dönüşeceğini sanıyorum.'

syf: 44

Kafama bir imge takılıyor: bir halk inancına göre, ölecek insan ikinci can çekişmesinde bütün geçmiş yaşamının gözünün önünden geçtiğini görürmüş. Stravinski'nin yapıtında, Avrupa müziği bin yıllık yaşamını anımsadı; düşsüz ve sonsuz uykuya dalmadan önce bu onun son düşü oldu.

syf: 66

Caz konserinde alkış vardır. Alkışlamanın anlamı şudur: Seni dikkatle dinledim ve şimdi sana saygı gösteriyorum. Rock adı verilen müzik durumu değiştirdi. Önemli olgu: Rock konserlerinde bu türden alkış yoktur. Alkışlamak ve böylece çalan ile dinleyen arasındaki tehlikeli uzaklığı görünür kılmak neredeyse bir günahtır; rock müziğin dinleyicisi konsere yargılamak ve beğenmek için değil, müziğe teslim olmak için, müzisyenlerle birlikte bağırmak ve onlara karışmak için gelir; burada zevk değil özdeşleşme aranır; mutluluk değil içini dökme aranır.

syf: 75

Anımsayın lütfen: 'Duyguyla dolup taşan biçemin arkasına gizlenen yüreğin duygusuzluğu.'

syf: 81

Şimdiki zamanın somutluğunu kavramak, Flaubert'le başlayarak, romanın evrimine damgasını vuracak sürekli eğilimlerden biri olmuştur: Bu eğilim, doruk noktasına, gerçek dev yapıtına, James Joyce'un dokuz yüze yakın sayfalar boyunca on sekiz yaşam saatini betimleyen Ulysse'te ulaşacaktır.

syf: 109

Hiçbir şey yaşamın biçeminden daha gizli değildir.

syf: 110

Sonunda şu tuhaf diyaloga katıldım:
-Komünist misiniz, bay Kundera?
-Hayır, romancıyım.
-Ayrılıkçı mısınız?
-Hayır romancıyım.
-Sağcı mı yoksa solcu musunuz?
-İkisi de değilim, romancıyım.

syf: 129

Herkesin her şeye bu olası katılımı bir başka şeyi çağrıştırabilir: aile. Küçük bir ulus büyük bir aileye benzer. Çok küçük bir Avrupa ülkesinin dilinde, İzlandacada aileye fjölskylda denir; sözcüğün anlamlı bir etimolojisi var: Skylda'nın anlamı: yükümlülük; fjöl'ün anlamı: birçok. Demek ki aile birçok yükümlülüktür.

syf: 155

Kafka'nın romanlarını anlamanın tek bir yöntemi vardır: onları roman gibi okumak.

syf: 166

Dostoyevski'nin kahramanlarının kimliğinin kaynağı, onların davranışlarınını az-çok doğrudan belirliyen kişisel ideolojilerindedir.

syf: 170

Ölülere karşı dava açılırsa bu, onları ikinci kez ölüme mahkum edebilmek içindir: Kitaplarını yakarak, adlarını okul kitaplarından çıkartarak, anıtlarını yıkarak, sokak adlarını değiştirirerek.

syf: 183

Tolstoy, tarihin, büyük kişilerin iradesi ve aklı tarafından yapıldığı düşüncesine karşı çıkar. Ona göre, insanlar için anlaşılmazlığını sürdüren kendi yasalarına uyan tarih kendi kendini yapar. Büyük kişiler 'tarihin bilinçsiz araçlarıydılar, anlamını gözden kaçırdıkları bir yapıtı gerçekleştiriyorlardı.'

syf: 189

İnsan, siste ilerleyen insandır. Ama geçmişin insanlarını yargılamak amacıyla geriye baktığı zaman yolun üzerinde hiçbir sis görmez. Onların uzak geleceği olan kendi şimdisinden baktığı zaman onların yolları tamamen aydınlık ve bütün boyutlarıyla apaçık görünür. İnsan, gerisine bakınca yolu görür, ama artık sis kalkmıştır yoldan. Ama bununla birlikte, hepsi, Heidegger, Mayakovski, Aragon, Ezra Pound, Gorki, Gottfried Benn, Saint-John Perse, Giono, hepsi sis içinde yürüyorlardı ve insan kendine sorabilir: En kör kimdi? Lenin üstüne şiir yazarken Leninizmin nereye gideceğini bilmeyen Mayakovski mi? Yoksa, onlarca yıl sonra onu yargılayan ve onu kuşatmış olan sisi görmeyen biz mi?

syf: 190

Breton'un sevdiği üstgerçekçi düş: İnsanın herkesin gözü önünde yaşadığı camdan ev, perdesiz ev. Ah! saydamlığın güzelliği! Bu hayalin biricik başarılı uygulaması: Tamamen polis tarafından denetlenen toplum.

syf: 205

facebook sayfam için tıklayınız.

Berkin Elvan için bir yazı, bir şiir


'kanımız bile doğru dürüst akmadı/bir sürü çocuğu öldürdüler'
                                                                       Turgut Uyar


-en can alıcı soru bu olsa gerek:

"Siz hiç on beşinci doğum gününüze komada girdiniz mi?"

Berkin girdi vurularak çocukluğundan devlet destekli uykusuna
ve çıkamadı 269 günlük zorunlu uykusundan elinde ekmeğiyle.
Annesine sunacağı çocuk gülümsemesi,
annesinin gözyaşlarıyla donatacağı geçmişinde kaldı.

Oysa Berkin,
hırsızlık yapmadı, bir ağacı doğasından kesmedi,
üstelik bombalı saldırı da düzenlemedi

Berkin benim on beş yaşındaki kardeşimdi,
on altı kiloluk bedenini taşırken gözyaşım daha ağır geldi
Sonsuzluğa Berkin..

BERKİN ELVAN İÇİN BİR ŞİİR

gülücüklerin geleceğine neden karşısınız bayım?*

bir gülümseme bölücü müdür,
aklınızın tarlasına yerleştirilen vatan toprakları üzerinde?

çiçekli şiirler yazmamıza kızıyordunuz*
anlıyorum,
gölgesini satamadığınız ağaçlar vardı.
yeşili bir renk olarak görebileceğiniz şeyler
hep kağıt paraların üzerindeydi.

bunda sizin bir suçunuz olmamalı,
destan yazmak için
harcamak,
harcamak için biriktirmek
gerekiyordu

ama gülmek eylemli bir çocuğu biriktirdiniz,
ikiyüzaltmışdokuz uzun gün boyunca kaderinde

bir güne sığdırdınız ölümü
bir güne harcandı sonsuz gülücük

şimdi hangi karayolu çalışmanız memnun edecektir
vicdanlı insanların içindeki size karşı yıkılmış köprüleri?

hangi destanınız gururla yazılacaktır tarihsel sayfalarda?

ve yeşil,
cüzdanlarınızdan değil
topraktan yükselecektir bir kez daha

-çünkü Berkin yeniden doğacaktır bir fidan olarak topraktan-


*Didem ablana da selam götür Berkin


Mirza Anıl Armutçu
12/03/2014

10 Mart 2014 Pazartesi

Hakan Günday, Piç

İnsanlık, kendini öldüren ilk insan tarafından ihanete uğramıştır. Ancak sadece zamanın lehine işleyen zamanla zekasının katili ve kurbanı olan insan, intihar etmeyi utanç verici bulmuştur. Ölümsüzlüğün, hayatta kalmaktan geçtiğini öğrendiği için varlığında yaranamaz delikler açarak kendine tecavüz etmeyi öğrenmiştir. Böylece insanlığın unutamayacağı ve tanık olabileceği en korkunç gösteri başlamıştır. Kendisini hamile bırakan insan kendisini doğurmuş ve bir tecavüz bebeği olarak atasının bıraktığı yerden ihaneti devralmıştır.

syf: 11

Türkçe'deki kelimelerin ilk anlamlarının pek de geçerli olmadığı bir yüzyılda piçler, babaları bilinmeyenler değil, babalarına ihanet edenlerdir. Babalarına ve annelerine. Piçlerin ebeveynleri dünyadan doğal ölümle ayrılmazlar. Katillerinin adı üzüntüdür.

syf: 14

"Bazen dünyanın bir kasa olduğunu düşünüyorum. Tanrı'nın parasını sakladığı bir kasa. Para biriminin insan olduğu bir evrendeki küçük bir kasa. Tanrı'nın paraya ihtiyacı olduğu zaman büyük savaşlar, felaketler, ölümler oluyor. Ölenler harcanıyor. Kalanlarsa faiz yaratmak için ürüyor."

"Eğer öyle olsaydı biz, nereden geldiği belli olmayan sahte paralar olurduk. Hiçbir yerde geçmeyen sahte insanlar."

syf: 38

Ancak tabii ki piçler yaşamaz, sadece hayatta kalır.

syf: 39

Piçlerin çocukları olmaz. Çünkü onlar kökleri çok derinlerde olan aile ağaçlarının en yukarıdaki yalnız dallarıdır. Ki o dallar yalnızlıktan kurur. İçinde yaşadıkları toplumun önlerinde saygıyla eğildiği soyadlarının sona erdiği nokta piçlerdir. Dolayısıyla geçmişten geleceğe gen taşıma işlemine hayran olanların birden fazla erkek çocuk sahibi olmaları gerekir. Çünkü piçlerin ilginç bir diğer özelliği de ailede tek oluşlarıdır.

syf: 43

Piçler borç alır ama ödemezler. Paranın kaybolduğu kara deliklere benzerler. Onlara verilen para hibedir. Geri gelmez. Eroinmana doz ısmarlamak gibidir. Zaman kazandırmaktan başka işe yaramaz. Borç veren kişinin hayat önündeki elastikiyeti bu gerçeğe bakışını etkiler. Satranç oynayanlar piçleri terk eder. Poker oynayanlarsa görüşmeye devam eder.

syf: 44

Piçler aşık oldukları kadınların kendilerini kurtaracaklarını düşünür. Oysa hiçbir kadın dünyaya bir piçi kurtarmak için gelmemiştir.

syf: 52

"Hayat seni öyle bir noktaya getirir ki kendini sevdiklerinle savaşırken ve nefret ettiklerinle sevişirken bulurun. Üzülürsün. Pişman olursun. Sonra biraz zaman geçer ve tersinin bu dünyada işlemediğini anlarsın."

syf: 55

"Gelecek, geçmişin merhametine kalmıştır ve insan, ikisinin arasında bir kurbandır."

syf: 58

"Oksijenden. Oksijen yüzünden paslanıyoruz. Oksijen yüzünden yaşlanıyoruz. Oksijenle işimiz olmasa eskimezdik. Açıkta kalmış elma gibi çürüyoruz. Sen de o yüzden paslanıyorsundur. Oksijenden."

syf: 86

Piçler sadece kendi aşklarına saygı duyarlar. En yakın dostlarının kadınlarına dil ve el uzatabilirler. Eğer kadınların vücutları o dil ve elden rahatsız olmuyorsa zaten ortada bir aşk da yoktur. Bu durumda piç tabii ki suçlı, ancak piçlik meşrudur.

syf: 93

Piçlerin ölçüleri diğer insanlarınkinden farklıdır. Böbrek taşı düşürme sancısını, iş arkadaşlarıyla yenen bir öğle yemeğine tercih ederler. Acı ve zevk şiddetlerini yukarıdan aşağı sıralarken normlar dahilindekilerden farklı ölçüleri kabul ederler. Örneğin bir kravatı işyerinde takmaktansa, kendilerini onunla asmayı daha uygun görürler.

syf: 104

Ölümsüzlük sadece anlık bir duygunun adı olduğu için, bu yolculuğun gerçekleşmesi mümkün değildir.

syf: 112

Zaten piçlere kıyasla, ölüler ve sakatlar hariç herkes iyi durumdadır. Sonuç olarak, mahvedilmiş hayatlar, yetenekler ve kaçırılmış fırsatlarla dolu yıllar hakkında konuşmak zevklidir eğer o hayatlar, yetenekler ve yıllar size ait değilse.

syf: 124

Piçler düzensiz hayatlarında düzenli olarak içki içerler. Ancak hepsinin de bir sınırı vardır. Belli sayıdaki kadehten sonra sarhoş olup sızarlar. Sızdıkları yerin adı huzurdur. Hiçbir şeyin düşünülmediği ve hiçbir şeyin hissedilmediği o muhteşem huzur. Piçler içki içmeye mecburdur. Çünkü gündüzler ve geceler, dünya adındaki gezegenin mevsimlik hareketleri sayesinde değil, alkol oranı yüksek içkilerle kısalır. Piç de kısa günün karı olan huzuru dudaklarından, içine dökendir.

syf: 127

"Kendimi beyaz kadranlı, Romen rakamlı bir duvar saatindeki saniye çubuğu gibi hissediyorum. Sadece dönüyorum. Zamanın kendisiyim. Geçiyorum."

syf: 144

Medeniyet duvarla başlar. Duvar örmek çeşitli amaçlar taşır. Bu amaçların ilki ayırmaktır: insanları, hayvanları, bitkileri ve şeyleri. Daha sonraki amaçlar içeride ya da dışarıda bırakmaktır: insanları, hayvanları, bitkileri ve şeyleri. Duvarlar örülür ve iki cephelerinde hayatlar gelişir. Duvarsız bir dünya günümüz insanı için cehennemdir. Medeni insanın ruhsal dengesini sonsuza dek kaybetmesine elektrik, kanalizasyon ya da iletişim sistemlerinin çökmesi değil, duvarların yıkılması neden olacaktır. Bu yüzden duvar ustalığı kapitalist anlamda ilk gerçek meslektir.

syf: 145

"İstanbul'da payına düşeni Taksim'de alırsın. Çünkü burada zevk, insan, uyuşturucu, kan, aşk, acı, akla gelen her şey taksim edilir. Hak edilen payların alındığı yer burasıdır. Tabii meydanın adı sadece Taksim'dir. Adil Taksim Meydanı değil."

syf: 150

"Nefsi müdafaa halinde bile birini öldüremem. Karşımdakinin beni öldürmesini tercih ederim. Çünkü ölmek, öldürmekten daha çok hoşuma gider."

syf: 160

Sadece mükemmel insan adayları piçe dönüşebilir. Çünkü çok mutsuz sonların birinci şartı çok mutlu başlangıçlardır.

syf: 176

Dünya üzerindeki yaşıtlarının yarısı gibi "Tanrı var mı, yok mu?" sorusunu hiçbir zaman sormamış olan piçler, Tanrı'nın var olduğunu bilir ancak ona inanmaz ve kulları olmayı reddederler. Tanrıtanımazların aksine Tanrı'yı bilir ama tanımazlar. Tanrı'nın yaratıklarını hatalı bulurlar. Tanrı'nın çalışma tarzını beğenmezler.

syf: 199

'Neden' sorusu piçliği yok eder. 'Çünkü'yle başlayan cümleler sadece istenildiğinde kurulmalıdır. Aksi takdirde piçlerin diğer insanlardan farkı kalmaz. Oysa piçler diğer insanların aklına gelmeyen her şeydir.

syf: 211

facebook sayfam için tıklayınız

9 Mart 2014 Pazar

Montaigne, Denemeler (Filozoflar)

Kimse kendi içine inmeye çalışmaz.
                                        *Persius
syf: 24

Yaşıyor ama bilmiyor yaşadığını.
                                  *Ovidius
syf: 26

Böyle azgınlıkları vardır halkın;
Her ülke nefret eder komşusunun tanrılarından,
Ve inanır gerçekliğine yalnızca kendi tanrılarının.
                                                        *Juvenalis

syf: 34

Ah zavallılar, sevinçlerini suç sayanlar!
                                              *Gallus
syf: 45

Neyi özlemeyiz? Neye yarar
Bunca zahmetle kazanılan para?
Nedir adaletin, insanların bizden beklediği?
Tanrı ne olmamızı istemiş bizim? Neyiz?
Neyin peşinde koşuyoruz?
                                                    *Persius
syf:50

Ölünce nereye gideceksin? Doğmayanların yanına.
                                                              *Seneka
syf: 62

Mademki vakitsiz bir ölüm, ruhumun yarısı olan seni alıp götürdü,
yeryüzünde varlığımın yarısından,
en aziz parçasından yoksun yaşamakta ne anlam var?
O gün ikimiz birden öldük.
                                                                                   *Horatius
syf: 75

Kötülük etmeyi istememek başka, bilmemek başkadır.
                                                                    *Seneka

syf: 79

Hiçbir devlet gücü hak veremez,
Dostluk bağlarının koparılmasına.
                                    *Ovidius
syf: 93

Tanrılar vardır dedim ve diyeceğim her zaman
Ama insan işleriyle uğraştıklarına inanmam.
                                                        *Emnius
syf: 97

Ne kadar az korkarsak o kadar az tehlikedeyiz.
                                                    *Titus-Livius
syf: 100

Ölümden ne kork, ne de ölümü iste.
                                       *Martialis
syf: 111

Hükümdarların kavuştukları en büyük nimet,
Halkın, hem dertlerini çekmesi hem de üstelik
Onları övmek zorunda olmasıdır.
                                                       *Seneka
syf: 116

Bütün umudum kendimde.
                        *Terentius
syf: 128

Başkaları için yaşamayan kendi için de yaşayamaz.
Kendine dost olan
Bilin ki herkese de dosttur.
                                                              *Seneka
syf: 139

Ne hazineler, ne rütbeler, ne cübbeler atabilir yüreklerden
yıldızlı direkler altında uçuşan acı dertleri, kaygıları.
                                                                       *Horatius
syf: 151

Kukla gibi, iplerimiz çekilip, oynatılıyoruz.
                                               *Horatius
syf: 180

Olabilir desinler, ama olur demesinler.
                                            *Cicero
syf: 188

Doğumla ölüm başlar, son günümüz ilkinin sonucudur.
                                                                *Maniüus
syf: 197

Her yerde ölüm var, Tanrı bol bol veriyor onu
Herkes herkesin hayatını alabilir, ama ölümü
Alınmaz kimseden. Binlerce kapısı var ölümün.
                                                        *Seneka
syf: 208

Filozofların bütün hayatı ölüm üstüne düşünmektir.
                                                              *Cicero
syf: 212

Bir varlık biçim ve nitelik değiştirdi mi
O anda yok olur, biraz önce var olan.
                                         *Lucretius
syf: 254

Kırdım diyorsun zincirlerini
Evet, köpek de çeker koparır zincirini
Kaçar o da, ama halkaları boynunda taşıyarak.
                                                         *Persius
syf: 266

Yitirme acısıyla, yitirme korkusu hep aynı kapıya çıkar.
                                                                    *Seneka
syf: 278

facebook sayfam için tıklayınız

8 Mart 2014 Cumartesi

Montaigne, Denemeler

Oğlu öldüğü zaman Solon'a, güçsüz ve anlamsız göz yaşları akıtmanın yanlış olduğunu söylemişler. Solon da "Güçsüz ve anlamsız oldukları için akmaları daha iyi ya!" demiş.

syf: 34

Sokrates'in karısı, "Ah! Bu yargıçlar! Seni haksız yere öldürüyorlar," diye ağlarken; Sokrates, "Haklı olarak öldürselerdi daha mı iyi olurdu?" demiş.

syf: 34

Hiç ırmak görmemiş biri ilk kez bir ırmak gördüğünde deniz sanmış onu. Bizim en büyük bildiğimiz şeyleri, doğanın o konudaki son sınırları sayarız.

syf: 39

Doğru bir kürek suda eğri görünür. Önemli olan bir şeyin görülmesi değildir yalnız, nasıl görüldüğü de önemlidir.

syf: 57

Bir amaca bağlanmayan ruh yolunu kaybeder. Çünkü, her yerde olmak hiçbir yerde olmamaktır.

syf: 58

Bizim işimiz kitap doldurmak değil, ahlakımızı düzeltmektir; savaşmak, yeni topraklar kazanmak değil, yaşayışımıza düzen getirmektir. En büyük ve en şerefli eserimiz doğru dürüst yaşamak olacaktır. Geri kalan her şey; başa geçmek, para kazanmak, binalar kurmak, bunlar ufak tefek eklentilerdir.

syf: 67-68

Her işte onun yarısı olmaya o kadar alıştım ki şimdi artık yarım bir varlık gibiyim.

syf: 75

Kendi yaratılışıma uyarak, üstelik aşırılığa bile kaçarak, bütün insanları hemşerim sayıyorum. Ama Sokrates söyledi diye değil. Bir Polonyalıyı tıpkı bir Fransız gibi kucaklıyorum, dünya ile akrabalığımı kendi ulusumla akrabalığımın üstünde tutuyorum. Doğduğum yerin o kadar düşkünü değilim. Kendi düşüncemle vardığım yeni bilgiler, bana yalnız esintilerle edindiğim hazır ve gelişigüzel bilgilerden daha değerli gelir. Kendi kazandığımız temiz dostluklar nerde, iklim ve kan dolayısı ile bağlı olduğumuz dostluklar nerde? Doğa bizi özgür ve bağımsız yaratmış, bizse tutup kendimizi olmadık çemberler içine hapsediyoruz.

syf: 87

Doğruyu hangi elden görsem sevinçle karşılar, uzaktan kokusunu alır almaz silahlarımı atar, teslim olurum.

syf: 89

Fatih Sultan Mehmet devlet yönetimindeki gelenek üzerine, olabilecek taht kavgaları yüzünden kardeşini ortadan kaldırmak istiyor ve bu işte onun adamlarından birini kullanıyor. Adam da şehzadeye her zamankinden daha fazla su yutturarak boğuyordu. İş olup bitince padişah bu cinayetin kefareti olarak katili, yalnız babadan kardeş oldukları ölen şehzadenin anasına teslim ediyor, o da padişahın gözü önünde katilin karnını yardırıyor, kendi elleriyle yüreğini bulup sökerek sıcak sıcak köpeklere yediriyordu.

syf: 109

Yaşadığımız çağ, bizim iklimde öylesine bozulmuş ki erdemin yaşanması şöyle dursun tasarlanması bile çok zor. Erdem okul sözlüklerinde kalmışa benziyor.

syf: 118

İnsanlar arasındaki vermede nasıl bir üstün olma niteliği varsa, almada da bir boyun eğme niteliğini vardır. Onun içindir ki I. Beyazıt, Timurlenk'in gönderdiği hediyeleri küfürler ederek geri çevirmiş. Sultan Süleyman'ın bir Hint imparatoruna yolladığı hediyeler de öyle kızdırmış ki adamı, kabaca reddederek bizim adetimiz almak değil vermektir demekle kalmamış, hediyeleri getiren elçileri zindana attırmış.

syf: 129

İnsanın özünde olan kendini beğenme özelliği, yaratılışından gelen bir hastalıktır. İnsan yaratıkların en zavallısı, en zayıfıdır; ama yine en mağruru da odur.

syf: 130

Cimriliği yaratan yoksulluk değil daha çok zenginliktir.

syf: 138

Filozoflar arasında olan çatışmaların hiçbiri, insanlığa en yüce iyinin ne olduğu sorunu üstündeki kadar sert ve çetin olmamıştır. Varro'nun hesabına göre bu kavgadan iki yüz seksen mezhep türemiştir.

syf: 152

Bir filozofu çiftleşirken yakalayıp, ne yapıyorsun diye sormuşlar. "Bir insan ekiyorum," diye cevap vermiş soğukkanlılıkla ve hiç utanmadan. Soğan ekerken görülmekle bu işi yaparken görülmek arasında ayrım yokmuş onun için.

syf: 163

Kralların en hayret ettiğim tarafı, hayranlarının bu kadar fazla olmasıdır. Her şeyimizi emirlerine verelim, ama düşüncemiz bize kalsın. Önlerinde bükülen dizlerimiz olsun, aklımız değil.

syf: 171

Hedefini vuramayan bir okçu, okunu hedefine ulaştıramayan bir okçudan daha başarılı sayılamaz. İnsanın gözü karanlıkta iyi görmez, felsefenin fazlası da zarar verir. Bir dereceye kadar felsefe iyidir, faydalı olduğu dereceyi aşacak kadar derinlere gidersek kötüleşiriz; herkesin inandığı, uyduğu şeyleri küçümseriz, insanlarla doğru dürüst konuşmamaya, onlar gibi dünyadan zevk almaya düşman oluruz; kimseyi yönetemeyecek, başkalarına da kendimize de faydamızın dokunamayacağı bir hale geliriz, boş yere alay konusu oluruz.

syf: 201

Yaşamayı ölüm kaygısıyla, ölümü de yaşam kaygısıyla biçimlendiriyoruz. Biri üzüyor, diğeri korkutuyor bizi.

syf: 211

Yunanlı bir balıkçı, bir kasırga sırasında Neptunus'a şöyle söylemiş: "Ey tanrı, beni ister kurtar, ister batır, benden dümenimi kırmadan dosdoğru gideceğim." Zamanımda nice dönek, ikiyüzlü, bencil insanlar gördüm ki dünya işlerinde ben, daha tedbirli oldukları halde, benim kurtulduğum felaketlerden kendilerini kurtaramadılar.

syf: 231

Bize öteki dünyada vereceğin zevkler burada hissettiğimiz zevklerse, bunların sonsuzluğa benzer hiçbir yanları yok. Duyularımızın beşi de ağızlarına kadar hazla dolacak olsa, ruhumuzun arzulayacağı, umacağı bütün zevklere erse, bu da hiçtir. Bir şey benimdir, bendedir, onda tanrısal bir taraf yoktur. Dünyadaki durumumuza, hayatımıza bağlı şeylerin öbür tarafta bulunmaması gerekir. Ölümlü varlıklara özgü bütün zevkler ölümlüdür.

syf: 234

Sokrates'e birisi için, "Seyahat onu hiç değiştirmedi," demişler. O da, "Çok doğal, çünkü kendisini de beraber götürmüştür," demiş.

syf: 267

Stoalı filozof Antisthenes, ağır hasta yatarken, beni bu acılardan kim kurtaracak, diye bağırıyormuş. Onu ziyarete gelen Diogenes, işte bu seni hemen kurtarır istersen, diyerek bir hançer uzatınca; yaşamaktan değil, acılardan kim kurtaracak, demiş Antisthenes.

syf: 277

facebook sayfam için tıklayınız

Pia Tafdrup, Bindoğumlu

açık kapılardan mı görüyorsun beni,
anahtar deliğinden mi, yoksa devenin iğnegözünden mi?
hangi girişi seçersen seç, gelirim ben,
ama ellerde taşındığım gün, hiç geri dönmeyeceğim demektir

syf: 9

yeniden ortaya çıkışı acının ses olarak:
bir kuş vuruluyor, ama canevinden değil, sürdürüyor uçmayı,
başka bir kuş vuruluyor, iz bırakıyor karda, düşüp dolduruyor
gölgesini bütünüyle, o an başlayan bir şiirce görülsün diye

syf: 14

az görülen bir şey değil
daha fazla olması bütünün,
parçalarının toplamından,
düşünce doruğa vardığı zaman

syf: 15

evim dediğim yere geliyor gazete: işkence çarkına gerilmiş
günün kurbanı, tebeşirle çizilmiş ilenç alanları, yasa yerine konan
ürkütücü buluşlar, kül yığınlarıyla dolu yalpalayan dünya
başka türlü olmasını istesek, başka türlü olur muydu dünya?

syf: 17

birdenbire coşup
kendini öpen
bir çocuk var aynada
saat henüz sıfır

syf: 20

tek sınırsız yol, sınırlamaları bol
gövdeden geçer: Öptüğümü görüyorum düşümde
ölmüş olan birini. Ölmüş ama düşlerde yaşamakta
bu öptüğüm ölüm mü, yaşıyor mu yoksa o kişi başka bir dünyada?

syf: 35


her boyda
ölebilir insan,
buna katlanmak gerek,
diyor çocuk

syf: 44

yavaş yavaş öldüğü için bol bol kitap okumalı insan,
doldurmalı iç alemini kış karanlığında,
sözcükleri sindirmeli ki aydınlansın beyni
yeni keşfedilmiş bir kuyruklu yıldız gibi

syf: 64

hiç durmadan meyvelerini
topladığım düş-ağaçları
çocuk soruyor: uyumak için
gene mi kapatıyorsun kendini?

syf: 67

biliyoruz aşkın kör ettiğini, Platon'dan beri,
bizi çıldırttığını ise Terentius söylemişti,
ama insanı canlı canlı mezara sokabildiğini,
zayıflayan bir nabızla, apaçık görüyorum şimdi

syf: 73

cennete gidersek,
diye soruyor çocuk,
iskeletimiz de gelecek mi bizimle?
ya köpeğimizin yediği kemikler?

syf: 79

tanrı sözcüğü varsa,
tanrı da vardır.
kimse tanrıyı görmemişse de
dil tanrıya varmıştır

syf: 85

uzun zaman dinledi sözcükler; sonra birden anladım ki
bir kitap okumaktadır beni. Sandığımdan daha da kötü olan
en kötü yanlarımı bile biliyordu bu kitap.
az sonra dehşetle kapattığım açık bir kitaptım sanki

syf: 103

gelecek binyıl üstüne ölüm yazıları
çoktan hazırdı, ama kıyamet söylentileri
gene gerçekleşmedi. Yeni bir ay doğmakta şimdi,
yarın dün olacak bir kez daha

syf: 107

facebook sayfam için tıklayınız

Yusuf Atılgan, Aylak Adam

Birden kaldırımdan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi. (Bu sıkıntı garsonun yüzündendi. Öyle sanıyordum. Paltomu tutarken yüzünü görmüştüm: Gülmekten değil sırıtmaktan kırışmış, gözleri, ne derler, sırnaşık mı, yok yılışıktı. Para versem eli elime yapışacaktı. Vermedim.)

syf: 9

Ya soğuktan, ya sıcaktan, ya da sokağın önüne sehpayı kurduğunuz zaman insanların alayından korkarsınız. Oysa bir başlasanız alışacak hepsi; bir gün yaptığınız resme merakla bakan bir haylaz oğlandan başka kimse görmeyecek sizi. Çekinmeyin..

syf: 15

Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkan insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.

syf: 18

Yaşamanın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu. Ne kolaydı onlara uymak! Gündüzleri bir okulda ders verir, geceleri sessiz, güzel kadınlarla yatardı istese. Çabasız. Ama biliyordu: Yetinemeyecekti. Başka şeyler gerekti. Güçlüğü umutsuzca zorlamak bile güzeldi.

syf: 41

Boş bir sıra bulup oturdular. Güler'in çantası aralarında kaldı.
-En kötüsü güzel burunlu yaratılmaktır. Adınız Güler, değil mi?
-Ben daha sizinkini bilmiyorum.
-Öğreneceksiniz. Bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır. Doğar doğmaz, o bilmeden başkaları veriyor. Ama yapışıp kalıyor ona. Onsuz olamıyor.(sustu. bir sigara yaktı.) Bakın, şimdi adımdan daha önemli bir şey biliyorsunuz: Sigara içtiğimi. İşte bir başkası: Bütün bu 'siz'ler, 'iz'ler, 'uz'lardan sıkılırım ben. Yapmacık, fazlalık gibi gelirler bana. İkinci konuşmamda 'sen' diyemeyeceğim biriyle bir daha konuşmam. Ne dersin(iz)?
-Galiba sizi anlıyorum.
-Yanılıyorsun. 'Siz' anlamaz, 'sen' anlanır. Bazı kitaplarda 'sizi seviyorum'u okuyunca gülerim. Sanki 'siz' sevilirmiş! 'Sen' sevilir, değil mi?
-Seni anlıyorum. (kızardı.)



syf: 60-61


Sana bakmayı biliyorum ben. Söylediklerimi dinlerken, "Bunu yapamaz ama tutar gene elimi öpmek isterse? diye düşünüyordun. Bak, dudaklarını belli belirsiz boyamışsın. Boyarken aklından geçenleri biliyorum. Aynaya bakınca sana solgun gibi göründüler. "Sevmez ama azıcık süreyim, fark etmez" dedin. Öpüşeceğimizi biliyordun. Dudakların daha bir çekici olsunlar istiyordun. Aklında hep bugün benimle öpüşeceğin vardı. Nerden mi biliyorum? Çünkü ben... Seni öpmek istiyorum.
Güler kızarıyordu.
-Korkunç bir şey bu. Görüyorsun utanıyorum, dedi.
-Korkunç olan ne? Bunları herkes düşünür, ama çoğu söyleyemez. İkimizin arasında saklı bir şey olmaması sana bir rahatlama vermiyor mu?
-Rahatlama ha! Başkasının gözü önünde...
-Sus! (Dizlerini kıracakmış gibi sıktı.) Arkasını söyleme. Haydi, içelim şunları da çıkıp gidelim buradan.


syf: 72

-Sizin başka işiniz yok mu?
-Hayır. Aylakım ben.

syf:95

Eve gelirken on paket sigarayla bir deste kibrit aldı. Odasının ışığını yaktı. Elindekileri karyolanın altına, boş bavula koydu. Çevresine bakındı. Yoktu. Oturma odasını da aradı. Orada da yoktu. Bunca lüzumsuz eşya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu.  Kadınlar da böyleydi. Dünyada gereğinden çok kadın vardı ama, yalnız bir teki yoktu.

syf: 96

Hepimiz korkağız. Korktuğumuz için severiz, korktuğumuz için yaşarız, korku yüzünden öldürürüz. En kötüsü kısa sıkıntılardan korkarız. 

syf: 100

Karı kocalar bile böyle değil mi? Ortak neleri var? Haftanın belli günleri et ete sürtünmekten başka? Gene de dayanıyorlar. Çünkü birlikte yaşama zorunluluğuna inanmışlar. İşte benim onlardan ayrıldığım buna inanmamam. Sıkıntımın da, sevincimin de kaynağı bu. Gücün dayanmaktansa yalnızlığıma kaçarım. Bana tek insan yeter. Sevişen iki kişinin kurduğu toplum. Toplumsal yaratıklar olduğumuza göre, insan toplumlarının en iyisi bu daracık, sorunsuz, iki kişilik toplumlar değil mi?

syf: 108

Kalktılar. Aynı odada uyumuyorlardı. İki kişilik toplumda sevgiyi dipdiri tutacak çareyi bulduklarını sanıyordu. Evlenen iki kişinin gitgide sevgilerini yitirmelerinin baş sebebini aynı yatakta uyumalarında görürdü. Uykuda başına buyruk yaşayan insan bedeninin kendini koyvermişliği; horlaması, yellenmesi, hepsinden çok o biteviye uyku soluması, kişinin bu bedende aramaktan hoşlanacağı gizlerin değerini düşürürdü. Gerçek sebep bu muydu acaba? Yoksa içindeki gizli bir ikiyüzlülükle, kim olursa olsun, bir başkasının kendini uyurken seyretmesini mi istemiyordu? Yaşadığınca hiç kimseyle bir yatakta uyumamıştı.

syf: 113-114

Arkadaşlarla anlaşamıyordum. İnsanların kaçınılmaz ikiyüzlülüğünü görüyordum. Bir gazozluk dostlar! Herkes tren yolculuğundaki süreksiz tanışıklıkla yetinir gibiydi. Çok para lafları! Hoşlanmıyordum. Belki her zaman çok param olduğu içindi. Galiba babam, sevgisizlik borcunu bana parayla ödüyordu.

syf: 123

Londralı kasapla İstanbullu kasap dünyaya aynı gözle bakarlar. 

syf: 126

Dün gece düşümde Londralı kasapla İstanbullu kasabı gördüm. İkiz kardeş gibiydiler. Konuşuyorlardı. Sonra, ne oldu, satır satıra giriştirler. Kendi bağırmamla uyandım.

syf: 126

Bütün çağların trajedisi bu, Ku-ya-ra; 'Kumda yatma rahatlığı.' A-da-ko: 'Ağaç dalı kompleksi.' Şimdi kumda yattığım için kuyara diyorum. Daha da genişletilebilir. Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya adako? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben 'ağaç dalı kompleksi' diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla Kuyara dişidir. Adako erkek. Pek seyrek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi,  yakınları  onun içindeki bu Adako'yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona. 

syf: 127

Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur, kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. 

syf: 148

facebook sayfam için tıklayınız

7 Mart 2014 Cuma

Albert Camus, Düşüş

Cro-magnon insanının Babil Kulesi'nde oturduğunu düşünün! En azından yurt özlemiyle kahrolurdu orada. Ama öyle değil işte, bizimkisi sürgünlüğün acısını duymuyor, yolunda yürüyor işte, hiçbir şey tedirgin etmiyor onu. Onun ağzından işittiğim nadir tümcelerden biri ya seçmek, ya seçmemek gerektiğini bildiriyordu. Neyi seçmek ya da seçmemek gerekliydi? Kuşkusuz kendisini. İtiraf ederim, bu açık yürekli yaratıklar çeker beni. Meslek ya da eğilim gereği, insan üzerinde çok düşündüğümüz zaman, primat maymunlara özlem duyduğumuz olur. Art düşünceleri yoktur onların.

Syf: 10


Vaktiyle bir sanayici tanımıştım, mükemmel, herkesçe sevilen bir karısı vardı, ama adam yine de aldatıyordu karısını. Bu adam, haksız olduğu için, bir erdem beratı alamadığı ya da bu berata layık olamadığı için, sözcüğün tam anlamıyla kuduruyordu. Karısı mükemmel davrandıkça, o büsbütün kuduruyordu. Sonunda haksızlığı kendi için dayanılmaz bir hal aldı. O zaman ne yaptı dersiniz? Onu aldatmaktan vaz mı geçti? Hayır. Öldürdü onu. İşte böyle başladı ilişkim onunla.

syf: 19 

Gerçekten de cennet bu değil miydi, aziz bayım: Doğrudan kavrayarak yaşamak?

syf: 24

Biliyor musunuz niçin ölülere karşı hep daha dürüst ve daha cömertizdir? Nedeni basittir! Onlara karşı bir yükümlülüğümüz yoktur. Özgür bırakır bizi onlar, zamanımızı rahatça kullanabiliriz, saygıyı boş zamanlarımızda kokteylle sevimli bir metres arasına koyabiliriz. Bizi bir şeye yükümlü kılarsa, belleğimiz zayıftır. Dostlarımızda sevdiğimiz taze ölüdür, acılı ölü, heyecanımız, eninde sonunda kendimiz!

syf: 28

En nasipsizler bile soluk almayı başarır. Toplumsal merdivenin en altında bulunan kimsenin bile bir eşi ya da çocuğu vardır. Bekarsa bir köpeği vardır. Kısacası, asıl olan, karşıdakinin yanıt verme hakkı olmaksızın insanın kızabilmesidir. "Babaya yanıt verilmez," formülünü bilirsiniz değil mi? Bir anlamda bu formül tuhaftır, Sevilen kişiye değil de kime yanıt verilir bu dünyada?

syf: 36

İnsanlar gösterdiğiniz nedenlere, içtenliğinize ve acılarınızın ağırlığına ancak siz öldüğünüzde inanırlar. Hayatta olduğunuz sürece durumunuz kuşkuludur, ancak onların kuşkuculuğunu hak edersiniz.

syf: 54

Ben yaşamı seviyorum, işte benim gerçek zaafım bu.

syf: 55

Sigaradan vazgeçmeyi kafasına koyup irade gücüyle bunu başaran o dostu daha iyi anlıyordum. Bir sabah bu adam gazeteyi açar, ilk hidrojen bombasının patladığı haberini okur, bunun harika etkilerini öğrenir ve hemen bir tütüncü dükkanına girer.

syf: 63

Bedensel kıskançlık, insanın kendisi hakkındaki bir yargı olduğu kadar hayal gücünün de bir sonucudur. Aynı koşullarda sahip olduğumuz kötü düşünceleri rakibe de mal ederiz. Çok şükür ki, aşırı zevk hayal gücünü de, yargı gücünü de zayıflatır. O zaman acı, erkeklikle birlikte ve onun kadar uzun zaman uyur. Aynı nedenlerden ötürü yeniyetme gençler ilk metresleriyle metafizik kaygıyı yitirir ve bürokratikleştirilmiş birer fuhuş olan bazı evlilikler aynı zamanda cüretkarlığın ve buluşun tekdüze cenaze arabaları haline gelir. Evet, aziz dost, burjuva evliliği ülkemize terlik giydirdi, yakında da ölümün kapılarına getirecek onu.

syf: 75-76


İnanın bana, dinler, ahlak dersi vermeye kalkıştıkları ve birtakım emirler yağdırdıkları andan itibaren yanılırlar. Suçluluğu yaratmak ve cezalandırmak için Tanrı zorunlu değildir.


syf: 78


Trablus yakınlarındaki bir kampa atıldım, insanın kötü muamele görmekten çok susuzluk ve yokluk çektiği bir yerdi burası. Size tablosunu çizmeyeceğim oranın. Bizler, yarı yüzyılın çocukları, bu tür yerleri tasarlamak için tasvire muhtaç değiliz. Bundan yüz elli yıl önce göller ve ormanlar için gözümüz yaşarıyordu. Bugünse hücre lirizmimiz var. Bu bakımdan, size güveniyorum. Yalnızca birkaç ayrıntı ekleyeceksiniz manzaraya: sıcak, dimdik bir güneş, sinekler, kum, su yokluğu.

syf: 87

"Mülkiyet, baylar, bir cinayettir!"

syf: 89


Topluma benzer şekilde yaşamak da iyi değil mi ve bunun için toplumun bana benzemesi gerekmez mi? Tehdit, şerefsizlik, polis bu benzerliğin kutsanmasıdır.

syf: 95

İnsanın kendini Tanrı baba hissetmesi ve kötü yaşam ve ahlak belgeleri dağıtması ne büyük sarhoşluk!

syf: 99


facebook sayfam için tıklayınız